“Biz başladık…”
Tırtıklı ve aynı zamanda dört köşeli olan kurşun kalemimi, Madame Coco reyonları gibi karmakarışık halde olan Primavera Sound 2016 kasetimin bir gözünün içine sokup, iki hafta öncesinde yaşadıklarımı yavaş yavaş geri sarmaya başlıyorum. Geri sararken ufak tefek kareler gözüme çarpmaya başlıyor, kareler insanlara dönüşüyor, insanlar ise genellemelerle birlikte kendi etiketlerine kavuşuyor. Orta yaşlı bir Kırıkkaleliye izletseniz “İnsan oğlu da kuş misali valla ha” diyerek özetleyebileceği 2009 yapımı olan Up In The Air filminde George Clooney’nin karakteri Ryan Bingham’ın havalimanında gördüğü insanları yine genellemelerle özetliği sahneye dönersek, kelimeler tatlı bir küstahlıkla ağzından şöyle çıkıyordu: “ I’m like my mother, I stereotype. It’s faster.”. Konu müzik festivalleri olunca her türlü insan genellemesi tadından yenmiyor, bu yüzden George Clooney sabaha kadar haklı…
Şekilciler, selfie çekmezse kanser olacaklar, işsizler, sektörcüler, sektörcülere yanlayanlar, müzik dinlemeyenler, sahne önünde kamp kuranlar, susmak bilmeyenler, dünyanın son günü yarına randevu vermişçesine eğlenenler, ota boka söylenenler, alakası olmayanlar, speed-dating amaçlı gelenler, burnundan zorda kalsa Omo bile çekecekler, evine gitmeyenler, evde olmayanlar ve daha türlü türlü karakterden oluşan 200.000’in üzerinde insanı Truman Show gibi tek tek televizyon programı halinde izleyebilme şansı verilse, ölene kadar başka bir iş yapmadan bu freak-show’la zaman çok rahat geçer. Böyle saçma sapan bir program olmadığı için şimdilik Barselona’da bir haftayla yetinmek lazım.
Camper ayakkabıyla gezerken gideceği tapas restoranını Tripadvisor’dan seçen, üstüne de festival boyunca küçük bira içen bir temkinli değilseniz vücudunuzun götü başı dağıtacağı epey sert geçecek hafta öncesinde şunu bilmekte fayda var; öyle çok sağa sola Asyalı turist gibi koşturmayın. Gözünüz kapalı rastgele üç sahne seçip, üç konser izleseniz bile Türkiye’deki herhangi bir festivalin sağından atıp solundan geçebileceğiniz bir sanatçı kadrosu var. Türkiye’deki festivalleri boklamıyorum, sadece öyle manyak gibi sahneden sahneye ergen enerjisiyle koşturmayın, biraz kaosun keyfini çıkartın.
Galata’daki sikimsonik “They call it chaos, we call it home” yazılı İstanbul t-shirt’lerinde yazan kaostan bahsetmiyorum, bu şehrin daha kendine has pis bir kaosu var. İstanbul gibi zorunluluktan ve insanların davarlığından kaynaklanan bir kaostan öte, şehrin hoşuna giden, açıp kapatabildikleri bir kaos var. Öğlen La Barceloneta’da soğuk da olsa denize girip, “kokokokokokokokokonat” kelimesini 0.7 saniyede söyleyebilen dayıdan hindistan cevizi yuvarlayıp, sahilde kimseden cık cık yemeden çakırkeyif olabiliyorsun. Bir şehir hayatında gün içinde plaja gidebilmek kabak gibi açık bir lüks. Üstündeki plaj kumları yavaş yavaş yok olup, akşam gelip çattığında ise ulaşım ağının tembelliğinden dolayı festival alanına değil de sanki Mordor’a gidiyormuşçasına çile çekmeye başlıyorsun. Dönüş? Festivalden dönüşü hiç karıştırmayın, imkanınız varsa otobüs durağında veya büfede uyuyun daha mantıklı. Peki bu kaos insanı yoruyor mu? Hayır, çünkü hiçbir allahın kulu size karışmıyor, kimse art niyetli değil. Hırsızı bile değil. Son dokuz ayda üçüncü defa hırsızla içli dışlı oldum, artık “Aman mala gelsin” demekten dilim damağım kurudu fakat gelin görün ki dediğim gibi, hırsızı bile art niyetli değil. Kaldığım eve girip ne var ne yoksa götüren hırsızlık mesleğiyle meşgul arkadaş, pasaportumu ve İstanbul’a dönüşte havalimanı taksisine vereceğim 50 TL’yi bırakmış. ARO hırsız, bu klas hareketini görüyor ve sana bela okumadan festivalin müzik tarafına atlıyorum.
The time has come today…
Düşük bütçeli olup, yüksek ihtimalle de Michael Madson’ın oynayacağı dandik bir Hollywood filmindeki Nixon maskeli banka soyguncusuna, maskesiz bir şekilde benzeyebilecek Sarıgül’ün seçim şarkısını andıran bu cümle, beş sene önce sessiz sedasız çekip giden LCD Soundsystem’ın dönüş cümlesi aslında. Festivalin başpehlivan olan gruplarına giriş-gelişme-sonuç yazmaktansa en üstten dalıyorum. LCD Soundsystem ortalamaları unutursak bence festivalin en iyi grubuydu. Not ortalamaları verebileceğimiz; setlist, sahne şovu, görsel-işitsel yeterliliği bir yana koyup, planda programda olmayan o değişik, bazı gruplara has olup insanı yenilmez hissettiren duygu patlamasını hesaba katarsak James Murphy ve diskodaşları bütün festival gruplarını rahatlıkla dövebilirler.
En son 13 sene önce Primavera’da çalmış aç ve de pek tecrübeli bir LCD Soundsystem var ana sahnede. Sergio Leone filmlerinde, ünlü son çarpışma sahnesi öncesinde barda dönüp duran pervane gibi aheste aheste sallanan disko topu (dünyanın en büyük disko topu yarışması var mı bilinmiyor ama varsa bu disko topuna üst oynayabilirsiniz) ana sahnede yaşanacak gürültü patırtının bir nevi elçisi niteliğinde.
Us v Them’in “The time has come today” sözleriyle başlayan disko resitalinde klişeleşmiş hitlere giriş verilmemiş, hatta +1’leri de ellerinden alınmış. Yani North American Scum ve Drunk Girls ocak dışı. İçeride ise kat kat giyinmiş sofistike elektronik yapılarıyla Losing My Edge, Dance Yrself Clean ve marş niteliğinde ezbere söylenen New York, I Love You But You’re Bringing Me Down ve yarısı uydurularak mırıldanılan kapanış şarkısı All My Friends var. Dürüst olmak gerekirse grup aslında kusursuz çalmıyor. Murphy detone oluyor, Whang synthesizer’ındaki oscillator ayarında sorun yaşıyor, Mahoney bagetini düşürüyor fakat çok az sayıda grubun yayabileceği mucizevi kimyayı kanlı canlı hissedince net bir şekilde “Sikerler” diyebiliyorsunuz. Şu anda dünya üzerinde canlı izleyebileceğiniz en heyecanlı üç beş gruptan birini izlerken çok da kusur aramamak lazım.
Kusur arıyorsak buyuralım Radiohead konserine…
Günün sekiz saatini sosyal medyada geçiren herkesin kendisini uzman ilan ettiği “digital marketing”in allah türlü belasını versin. Gerekli gereksiz çılgınlar gibi hype yaratarak dinleyicinin algısıyla oynayan, sevilmeyecek albümleri övdürüp, evladiyelik albümlerden overhype yüzünden tiksindiren bir zamandayız. Peki Radiohead’in suçu ne? Stüdyoda pek suçu yok aslında. İnanılmaz bir hype ile yayınlanan A Moon Shaped Pool muazzam bir albüm, bunda hemfikiriz. Ayrıştığımız nokta ise bu kadar üstüne titrenen bir pazarlama kasırgasından sonra, ister istemez dinleyicide oluşan konser beklentilerinin karşılıksız kalıyor olması.
Mecidiyeköy’de sıradan bir cuma iş çıkışını gözünüzün önüne getirin. Kalabalığı düşünün. Şimdi o kalabalığı 20 ile çarpın. Evet gerçekten o kadar kalabalık. O kadar kalabalık ki, diğer sahnelere gitseniz gitar, davul, org ne bulsanız çalabilirsiniz, sanırım güvenlikler bile Radiohead izlemek için noktalarını terketmiş olabilirler.
Böyle bir beklentiyi karşılayacak ses sisteminden uzağız. Ana sahnedeki ses sistemi, Şanzelize Kafe festival düzenlese kiralayacağı ses sisteminin neredeyse üç aşağı beş yukarı uzaktan kuzeni. Tabii ki abartı var ama abartılmayan şu ki, Radiohead’i izleyen kalabalığın %90’ı çıkışta “Radiohead’i tam görüp duyamadım ama inanıyorum ki bir güç var” dese haklıdır.
Buna bir de Radiohead’in dur kalklı, hafiften Spotify’dan Radiohead seçilip shuffle tuşuna basılmış karışıklıktaki setlist’ini koyarsanız, inanın bana o kafanızdaki ideal konserden uzaklaşıyorsunuz. Keza, Radiohead dendiğinde aklınıza ilk keko gibi Creep geliyorsa mutlu olursunuz. İkinci encore’da sürpriz olarak Creep var, hemen Instagram’a yetiştirip, vizyonsuz like’ları cebinize indirebilirsiniz.
Instagram demişken, yazının başındaki “Biz başladık” hikayesine geri dönme zamanı…
Enteresan sorularıyla ünlü bir arkadaşımız “Thom Yorke’la beş dakika sohbet mi etmek istersin yoksa bu sohbet yerine beyefendiyle bir selfie’yi mi seçersin?” sorusuyla aklımı çok karıştırmamıştı. Ben sabaha kadar beş dakikalık sohbeti seçerim fakat bu dijital ruh hastalığı döneminde festivalinden konserine, kitap okumasından müze gezmesine kadar her eylemi Instagram’a koymalık, Snapchat’te iyi giderlik olarak düşünerek tasarlayan bir jenerasyonun için sıkışıp kalmış durumdayız.
Festival girişindeki iner misin çıkar mısın temalı Primavera yazısının önünde poz, sabahtan beri bitmeyen Radiohead tartışması ve kollardaki bez Rough Trade çantasıyla yaklaşık 700 metreden tanıyabileceğiniz, koloni halinde gezmezse ölür hastalığına yakalanmış Los Turcos takımının herhangi bir oyuncusu Instagram’a klişe bir fotoğraf koyup “Biz başladık…” yazabilir, bırakın yazsın. Sizin başlangıç noktanız ve beklentileriniz farklıysa, çöpvatan İstanbul’a döndüğünüzde aylarca yetecek ilham ve roket gibi flashback’ler biriktirmek istiyorsanız bu koca festivalde herhangi bir rehber okumayın, çok planlı programlı olmayın ve kafanıza eseni yapın.
Caz müzisyenlerinden devşirme electronica şamanları Floating Points’in kusursuza çok yakın performansı, Picasso’nun kübizm kokan eserlerini andıran deli saçması sahne dizilimi ve ona yakışan balici enerjisiyle Battles, yeni Caribou-Daphni olabilecek tekinsiz tek adam Maghreban, fakirin Moderat’ı Kiasmos ve Since I Left You ile 2000’lerin en kompleks albümlerinden birini kotaran The Avalanches’ın sofistike bir 2manydjs’i andıran potpuri seti flashback’leriyle hafta sonunun kazananları.
Hayal kırıklıkları ise; aksiliklerden kurtulamayan canlı performansıyla yalınayak Tame Impala, şeklen ve ruhen pişmaniyeye dönüşmüş Air ve Hakan Taşıyan sarhoşluğunu Melek Yargıcı küstahlığıyla birleştirip rol çalan Alex Turner’ın ezdiği The Last Shadow Puppets.
Üçüncü günden ise hiç haberim yok. Herkes festivaldeyken boş barlarda güzel bira, daha güzel rom ve daha da güzel şarapların headliner olduğu, kendi kürate ettiğim içiş festivalinde roket gibi sarhoş olmayı tercih ettim. Bu yaptığım ahmakça hareket de zaten bütün festival ruhumu şahane bir şekilde yansıtıyor. Bana dayatılan, Instagram-friendly bir festival akışı yerine bana uyan festivali yaşadım, felaket de hoşuma gitti.
Dostlar alışverişte görsün edasıyla değil, sizi mutlu edecek, kendi kendinize like dağıtacağınız festivallerin şerefine!
Herhalde neden Selda Bağcan’ı izlemediğimi derli toplu anlatabilmişimdir…
Fotoğraflar: Santiago Periel, Xarlene, Eric Pamies
Kaynak: Play Tuşu
Haberin Devamı
PRIMAVERA SOUND 2016: NEDEN SELDA BAĞCAN İZLEMEDİM?
0 yorum:
Yorum Gönder