Yeniden çevrimlere ne kadar burun kıvırsak da, günümüz sinema anlayışında her geçen yıl daha da artan yeniden çevrim furyasına sırtımızı dönmemiz pek mümkün değil. Çok sevdiğimiz bir filmin başka yönetmen, senarist, oyuncu vs. ile tekrar fırınlanıp ve paketlenip önümüze konulmasına her defasında orijinale saygı refleksiyle direniyoruz. Karşımıza çıkan eseri görünce de bu konuda pek haksız olmadığımız anlıyoruz genelde. Ama çok nadir de olsa o sevdiğimiz filmin yeniden çevrimi “gelen gideni aratır” sözünün tam tersi etki yaratıp kalbimizi fethediyor. İşte The Departed kanımca bu sınıfa giren filmlerden.
The Departed’ın orijinali 2002 yapımı Hong Kong filmi “Infernal Affairs (Mou gaan dou)”. The Departed’ın ekseninde döndüğü hikaye genel olarak orijinal filminkiyle aynı. Bir suç çetesi ve polis teşkilatı aynı anda birbirlerinin içine köstebek sızdırırlar ve birbirlerinin kimliğini tespit etmeye çalışan bu köstebekler şiddet dolu satranç oyununun ortasında bir hayalet düellosuna soyunurlar. Durum karmaşıklaştıkça kimin kime çalıştığı, kimin kimin köstebeği olduğu da içinden çıkılmaz hale gelir. Ama kesin olan tek şey her yerin köstebeklerle dolu olduğudur. Tabi içinde birazcık casusluk ve espiyonaj faaliyeti geçen her filme “Köstebek” ismini layık gören yerli dağıtımcı şirketlerimiz aslında “ölmüş, vefat etmiş, göç etmiş” gibi anlamlara gelen The Departed’ı bizlere Köstebek ismiyle sunmakta geç kalmaz ki bu durum ayrıca başka bir dosyanın konusu.
Her şeyden önce yeniden çevrim de olsa bu film bir Martin Scorsese filmi. Burda ufak bir parantez açmak gerekiyor. The Departed Scorsese’nin ilk yeniden çevrimi değil. 1962 yapımı gerilim filmi “Cape Fear” yine aynı isimle 1991 yılında Scorsese tarafından yeniden çekilmişti ve eleştirmenlerden de fena eleştiriler almamıştı. Asıl konumuza gelirsek, The Departed’ı daha yapım aşamasındayken bile spot ışıklarının altına koyan da filmin bir Scorsese filmi olması zaten. Scorsese 60’lı ve 70’li yıllarda başladığı uzun metraj üretimselliğini -zaman zaman farklı tür duraklarında hafif duraklasa da- hiçbir zaman kaybetmeyen, filmlerinin nitelikselliğini de düşürmeyen bir sinemacı. Bunu yaparken de kendi tarzını ve “auteur” tarafını kaybetmeyip, sinemanın dönüşümüne ve teknik yenilikleri de ayak uydurabilen bir sinemacı üstelik.
Bunu daha iyi anlamak için Scorsese ile benzer dönemlerde çıkan ve isimleri yarattıkları ortak bir sinema dili sebebiyle olmasa da jenerasyon yakınlığı sebebiyle çok defa yan yana anılan Coppola, De Palma, Lucas, Spielberg gibi yönetmenlere bakmamız yeterli olacaktır. Bu yönetmenler içinde hala hangisinin filmlerini maksimum heyecanla bekliyoruz, hangisinin sineması bizi daha çok tatmin ediyor? Sinema severlere bu sorular yöneltilerek bir anket yapılsa çoğunluk cevabın Scorsese olacağından eminim. Bu filmi izlemeden önce bu bir Martin Scorsese filmi dediğimiz gibi izledikten sonra da bunu net olarak söyleyebiliyoruz. Scorsese filmografisinden alışkın olduğumuz suç, şiddet, Amerikan alt kimlikleri ve kültürleri burada da karşımıza çıkıyor. Ama burada senarist William Monahan için ayrı bir parantez açmak lazım. Infernal Affairs her ne kadar iyi bir senaryoya sahip olsa da, bu senaryoyu çok da fazla değiştirmeden yeniden yazmak karşımıza çok sıradan bir yeniden çevrim çıkartabilirdi. Monahan, senaryonun ana fikrini aynen koruyup karakterleri çok daha derinleştiriyor.Örneğin Internal Affairs’de filmin köstebek diye tabir ettiğimiz ana karakterlerinin gençlik dönemleri fazlasıyla hızlı geçiliyor. The Departed’ta ise Billy ve Colin olarak isimlendirilen bu ana karakterlerin çocukluklarının kişiliklerine yansımasının bahsini çok daha fazla görüyoruz. Filmde bu ayrı bir bölüm altında bize gösterilmiyor tabi ama film boyunca bu anımsatılıyor. Karakterlerin Güney ve Kuzey Boston’da büyümeleri, katolik kilisenin üzerlerindeki etkisi, İrlandalı Amerikalı olmaları gibi mevzular, aralarına giren psikiyatr kadın karakterin sanki iki erkek kardeşin arasında kalmış annevari duruşuyla da daha da freudyen bir hal alıyor. Billy’nin Kuzey Boston’da annesiyle geçirdiği aristokrat hafta içi günleriyle, Güney Boston’da babasıyla geçirdiği tabir-i caizse “gecekondu mahallesi” hafta sonlarının onda yarattığı ve hayatı boyunca peşini bırakmayan paradoks, Colin’in alt sınıf hayatından kurtulma çabasının getirdiği eziklik hissi, sürekli gıptayla baktığı ve muhtemelen sınıf atlama hayallerini sembolü olan hükümet binasının altın sarısı kubbesi hem ana karakterlerin çok daha derinleşmesini sağlıyor hem de filmi başından sonuna değin şekillendiriyor.
Ana karakterlerden bahsetmişken yine ana karakterler kadar sağlam çizilen yan karakterlerden de bahsetmeden olmaz. Zaten filmin en güçlü yanlarından karakterler ve oyuncuları performansları. Oldukça güçlü bir kadroya sahip olan filmde, bütün oyuncular filmdeki sürelerini umursamaksızın çok iyi performanslar sergiliyorlar. Bunda tabi ki karakterlerin iyi yazılmış olması en önemli etken. Bütün karakterlerin süre yettiğince kendi hikayelerine dair göndermeler yapılıyor ve bütün karakterlerin oyuncular tarafından performeleri film içinde çok uyumlu bir takım çalışması yaratıyor. The Departed hikayesinin geçtiği Boston’ı ve İrlanda kültürünü arkasına alıyor ve bunu karakterler üzerinde de kullanıyor. Boston şehri, bilindiği üzere katolik İrlandalı nüfusun en yoğun yaşadığı ABD şehri. Birçoğu yüz yıldan fazla bir süre öncesinde ABD’ye göç etmesine karşın kültürlerini hala koruyan Boston İrlandalıları, filmin hem ana hem de yan karakterlerini oluşturuyor. Monahan, İrlandalıların katolik kilisesi kültüründen günlük diyaloglarına kadar en ince ayrıntıları senaryoya yediriyor, şehrin kültürünü sadece bir fon olarak kullanmayıp filmin bir karakteri haline getiriyor. Kariyeri boyunca çok defa doğup büyüdüğü New York şehrinin hikayelerini anlatan Scorsese içinse aynı yönde gittiği bir yolda şerit değişikliği oluyor The Departed sadece. New York’ta geçen New York’a ait suç dünyası ve kendisinin de dahil olduğu İtalyan kültüründen Boston suç dünyasına ve İrlanda kültürüne kayıyor Scorsese. Bunu bildiğimiz Scorsese sertliği ve akıcılığıyla yapıyor. Hızlı kurgu ve sert geçişlerle film akıp giderken, “French Connection” ve “Dirty Harry” gibi eskilerin polisiye tadının günümüz sineması kalıplarına başarılı bir şekilde oturtulmasına şahit oluyoruz. Filmin müzik ve şarkı kullanımı da yine Scorsese filmlerinden alıştığımız üzere oldukça yoğun. Film boyunca sahnelere eşlik eden farklı türdeki kayıtlar dışında Rolling Stones, Roger Waters ve Dropkick Murphys gibi isimlerin efsane olmuş şarkıları da sanki film için bestelenmişler gibi filme monte oluyorlar.
Filmin esas oğlanlarını canlandıran Leonardo Di Caprio ve Matt Damon’ın zaten kendilerinden beklenen iyi performanslarından ziyade yan rollerdeki oyuncuların performansı çok daha dikkat çekici. Her ne kadar yan rol desek de aldığı dakika bakımından aslında ana karakter olarak sayabileceğimiz Frank Costello karakterini oynayan Jack Nicholson, 1989 yapımı Batman’de canlandırdığı çok sevdiğimiz “Joker”i karikatürizeliğinden arındırarak devam ediyor adeta. Costello para hırsından ziyade zevk için suç işleyen bir kötü adam karakteri olarak yansıtılırken, yer yer kendisiyle alakalı yapılan ucu açık cinsel göndermeler de karakteri biraz daha karanlık ve tekinsiz bir kimliğe sürüklüyor. Bir diğer yan karakterlerden Dignam ise Mark Wahlberg’in kariyerinin belki de en iyi performanslarından. Yine Boston’da geçen gençliğinde kendisini defalarca tutuklayan polisten ilham alarak şekillendirdiği karakterin sadece mimarı olmak kalmayıp onu çok da iyi yansıtıyor Wahlberg. Filmin tek başlıca kadın karakterini ise Vera Farmiga canlandırıyor. Sonuç olarak enfes bir anti kahraman portresi çıkıyor ortaya. Vera Farmiga’nın canlandırdığı Madolyn psikiyatr yanıyla bu erkekler dünyasını anlamaya çalıştığında bizzat Freud tarafından ortaya atılan “İrlandalılar psikanalizden etkilenmezler” teorisine tosluyor, erkeklerin ortasında kalan bir kadın olarak ise de kendi payına düşeni alıyor. Erkeklerin şiddetli dünyasında geçen bu hikayede kısıtlı rolünü olabildiğince iyi canlandırıyor Farmiga. Kalabalık kadroları idare etmek konusunda oldukça tecrübeli olan Scorsese, önceki filmlerinde olduğu gibi The Departed’ta da tüm kadrodan çok iyi verim alıyor.
Martin Scorsese’nin kariyerinin ilk ve tek yönetmenlik oscarını kazanmasına vesile olan The Departed, Scorsese’nin yıllarca alamadığı yönetmen oscarı düzleminde tartışmaya her daim açık olsa da polisiye-suç filmleri içerisinde kendine çok sağlam bir yer ediniyor. Scorsese’nin sinema tarihine malolmuş farklı türlerdeki filmlerle dolu ihtişamlı kariyerinin en iyilerinden demek fazla iddialı bir tespit olmasa da usta yönetmenin kesinlikle çizgi üstü filmlerinden biri The Departed.
The Departed: Köstebeğim, Köstebeksin, Köstebekler… yazısı ilk önce bakınız üzerinde ortaya çıktı.
Kaynak: Bakınız
Haberin Devamı
The Departed: Köstebeğim, Köstebeksin, Köstebekler…
0 yorum:
Yorum Gönder