Belki de Hiçbir Zaman Çözemeyeceğimiz 8 Büyük Felsefi Soru


Felsefe, pozitif bilimin gidemeyeceği ya da gitmeyeceği yerlere ulaşabiliyor. Filozofların, matematikten ahlaka kadar her konu hakkında spekülasyon yapma hakları var, ve bu, varoluşun bazı basit sorularına ışık tutabileceği anlamına geliyor. Kötü haber ise bu soruların her zaman akıl sınırlarımızın çok ötesinde kalabilme ihtimali.


İşte büyük ihtimalle asla çözemeyeceğimiz felsefenin 8 gizemi.



1. Neden “hiçbir şey” yerine “bir şeyler” var?


Evrendeki varlığımız kelimelerle anlatılamayacak kadar garip bir şey. Günlük yaşamımızın sıradanlığı, varlığımızı kanıksamamıza neden oluyor. Fakat ara sıra da olsa, bu rehavetten sıyrılarak varoluşsal farkındalığın derinliklerine doğru ilerleyip şunları soruyoruz: Neden evrende “bir şeyler” var, ve neden bu denli zarif ve hassas kurallar tarafından yönetiliyor? Ve ayrıca neden bir şey var olmak zorunda ki? Yaşadığımız evren spiral galaksiler, aurora borealis’ler (kuzey ışıkları) gibi şeylerle dolu, ve elbette bir de SüngerBob KarePantalon var. Ve Sean Carroll’ın söylediğine göre, “Modern fiziğe dair hiçbir şey, neden başka yasalar yerine şu anki yasalara sahip olduğumuzu açıklamıyor; buna rağmen fizikçiler öyleymiş gibi konuşuyorlar. Eğer filozofları daha fazla dikkate alsalardı bu hataya düşmezlerdi.” Ve filozoflara gelince, öne sürebildikleri en iyi fikir, evrenin içindeki gözlemciler olarak varlığımız sayesindedir ki evrenin olduğu şekliyle görünüyor olduğunu söyleyen “antropik ilke”. Bu ise rahatsız edici bir şekilde totolojik (sürekli kendini tekrarlayıp duran) bir iddiadır.


2. Evrenimiz gerçek mi?



Bu klasik bir Kartezyen sorusu. Aslında şunu soruyor: Etrafımızda gördüğümüz şeylerin gerçek olduğunu nasıl biliyoruz? Sakın tüm bunlar, görünmeyen bir gücün bize yaşattığı büyük bir illüzyon olmasın (René Descartes’in hipotezindeki kötü şeytan gibi)? Son zamanlarda bu soru “fıçıdaki beyin” problemine veya “benzetim (simulation) argümanı”na dönüştü. Ve biz, pekala, özenle hazırlanmış bir simülasyonun ürünleri olabiliriz. Bu sebeple, sorulması gereken daha derin bir soru, bizim içinde bulunduğumuz simülasyonu yöneten medeniyetin de bir çeşit simülasyonun içinde olup olmadığıdır. Bir nevi, süper bilgisayarın içindeki süper bilgisayar olma durumu (ya da rüya içinde rüya gibi, simülasyonun içinde simülasyon olma durumu). Dahası, düşündüğümüz kişi olmayabiliriz. Simülasyonu yöneten insanların da o simülasyonun içinde yer aldığını varsayarsak, deneyimin gerçekliğini yükseltmek adına gerçek kişiliklerimiz geçici olarak ortadan kaldırılmış olabilir. Bu felsefi düşünce bizi ayrıca “gerçek” derken neyi kast ettiğimizi de değerlendirmeye zorluyor. Kipsel (modal) gerçekçiler, şayet etrafımızdaki evren (hayal gibi, tutarsız veya yasasız olarak değil de) rasyonel gibi görünüyorsa, bu durumda evreni gerçek ve özgün olarak kabul etmekten başka bir seçeneğimizin olmadığını öne sürüyorlar. Veya belki de, “Matrix” filminde Cipher’ın simüle edilmiş bir parça eti yedikten sonra söylediği gibi, “cehalet mutluluktur.”



3. Özgür irademiz var mı?



Hareketlerimiz, önceki olayların oluşturduğu bir “nedensel zincir” tarafından mı (ya da dış bir etki tarafından mı) kontrol ediliyor; yoksa gerçekten özgür irademizle mi kararlar alıyoruz? (Buna “determinizm (belirlenimcilik) ikilimi” de denir.) Filozoflar (ve nihayet bazı bilim insanları da) bu konuyu bin yıldır tartışıyorlar ve görünürde hala bariz bir sonuç yok. Eğer aldığımız kararlar bir nedensel zincir tarafından belirleniyorsa, o halde determinizm doğru ve özgür irademiz yok. Ama eğer bunun tam tersi olan indeterminizm (belirlenmezcilik) doğruysa, o zaman bazıları hala özgür iradenin olmadığını iddia etse de hareketlerimiz rastgeledir. Diğer taraftan, liberaller (hayır, siyasi liberalleri kastetmiyoruz) özgür iradenin, evrenin deterministik (belirlenimci) görünümleriyle akla uygun bir biçimde uyumlu olduğu görüşü olan “uyumculuk (compatibilism)” meselesini ortaya attılar. Bu soruyu daha da karmaşık hale getiren sinirbilimdeki ilerlemeler, beynimizin biz daha farkına bile varamadan kararlar aldığını gösteriyor. Fakat eğer özgür irademiz yoksa o halde neden zombi zihinler yerine bilinç evrimleşti? Kuantum mekaniği bu soruyu, hepimizin bir ihtimaller evreninde yaşadığımızı ve herhangi bir determinizmin imkansız olduğunu öne sürerek daha da bir karmaşık hale sokuyor. Ve Linas Vepstas’ın söylediği gibi, “Bilinç, zaman akışı algısına yakından ve kaçınılmaz bir şekilde bağlı gibi görünüyor. Baktığımızda gerçekten de öyle, geçmişin sabit oluşu, değiştirilememesi, kusursuz bir şekilde deterministik oluşu düşüncesi ve diğer yandan geleceğin bilinemezliği… Bu akla yatıyor, çünkü eğer gelecek önceden belirlenmiş olsaydı, o zaman özgür irade olmazdı ve buna bağlı olarak da zaman akışı tartışmasına gerek kalmazdı.”


4. Tanrı var mı?



Basit bir ifadeyle, tanrının var olup olmadığını bilemeyiz. Bu anlamda, hem ateistler hem de inançlı insanlar savundukları şeyde haksızlar. Bilinmezciler (agnostikler) ise haklılar. Gerçek bilinmezciler, bu konunun beraberinde getirdiği epistemolojik (bilgi felsefesi ile ilgili) meseleleri ve insan aklının sınırlarını kabul ederek tam bir Kartezyenci (Descartes felsefesi ile ilgili) duruş sergiliyorlar. Doğanın gerçekliği veya arkaplanda bir yerde bir tanrının var olup olmadığı hakkında böylesine büyük bir iddiada bulunmak için evrenin işleyişi hakkında bildiklerimiz çok yetersiz. Bir çok insan, evrenin özerk bir işleyiş içinde çalıştığı fikri olan doğacılığa (naturalizme) riayet ediyor fakat bu görüş, bütün her şeyi bir devinime sokmuş olabilecek ilahi bir tasarımcının varlığını inkar etmiyor (buna deizm deniyor). Ve önceden de bahsettiğimiz gibi, bütün değişkenleri hacker tanrıların kontrol ettiği bir simülasyonun içinde yaşıyor olabiliriz. Ya da belki de gerçekliğin derinliklerinde bizim farkında olmadığımız güçlü varlıkların olduğunu söyleyen gnostikler (bilinirciler) haklı. Bu varlıklar, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten geleneksel semavi tanrılar olmak zorunda değiller ama yine de (varsayalım ki) güçlü varlıklar olabilirler. Bunların, kendiliğinden oluşmuş bilimsel sorular olmadıklarını belirtelim. Daha ziyade, bizleri insan deneyiminin ve aklının sınırlarıyla yüzleşmeye zorlayan Platoncu düşünce deneyidirler.


5. Ölümden sonra yaşam var mı?



Herkes heyecanlanmadan önce hemen söyleyelim: Bu, sonsuza kadar, yumuşacık beyaz bulutların üstünde arp çalacağımız ya da cehennemin derinliklerinde kömür kürekleyeceğimiz anlamına gelmiyor. Ölülere öbür tarafta bir şey olup olmadığını soramadığımızdan ölümden sonra ne olabileceğine dair hiçbir tahminimiz yok. Materyalistler (maddeciler) ölümden sonra yaşamın olmadığını düşünüyorlar. Ancak bu, doğaldır ki, kanıtlanamayan bir varsayım. Gerek Newton’un ya da Einstein’ın gözünden gerekse kuantum mekaniğinin o tuhaf merceğinden Evrenin (veya çoklu evrenin) işleyişine yakından baktığımızda, “hayat” denen şeyde tek bir şansımızın olduğuna inanmak için bir sebebimiz yok. Bu, hayatların sonsuz bir döngü içerisinde tekrar tekrar yaşanacak şekilde Kozmos’un (Evren’in) devinim halinde olduğu olasılığının ve metafiziğin bir meselesi. (Carl Sagan Kozmos’u şöyle tanımlamıştır: “O (Kozmos), ya gördüğümüz kadar, ya hep bundan ibaretti ya da hep böyle kalacak.” ) Hans Moravec, kuantum fiziğinin Çoklu Evrenler yorumuyla ilişkili olarak yaptığı konuşmasında şöyle diyerek bunu en iyi şekilde ifadeye koymuştur: “Evreni gözlemlememek imkansız; bir yaşam formunda ya da diğerinde, kendimizi her zaman canlı ve evreni gözlemleyenler olarak bulmak zorundayız.” Son derece kurgusal olan bu konu da, tıpkı “tanrı sorunu”nda olduğu gibi, henüz bilim tarafından ele alınamadığından filozoflara kalıyor.


6. Bir şeyi gerçekten nesnel olarak deneyimleyebilir miyiz?



Dünyayı nesnel olarak anlamakla (en azından denemekle), onu yalnızca nesnel bir çerçeveden deneyimlemek arasında fark var. Bu aslında bir “qualia” sorunu. (qualia: etrafımızı çevreleyen şeylerin ancak hislerimiz ve zihnimizin düşünceleri tarafından filtrelenerek gözlemlenebileceği kavramı.) Bildiğiniz, dokunduğunuz, gördüğünüz ve kokladığınız her şey bir takım fizyolojik ve bilişsel süreçlerden geçerek filtrelenmektedir. Bu ise öznel dünya deneyiminizi eşsiz kılmaktadır. Klasik bir örnekle, kırmızı renginin öznel değerlendirmesi kişiden kişiye göre değişmektedir. Bunu tam anlamıyla bilebilmenizin tek yolu, tıpkı “John Malkovich Olmak” filmindeki gibi, evreni başka bir insanın “bilinçli gözleri”nden gözlemleyebilmenizden geçer. Tabii böyle bir şeyi, bilimsel ya da teknolojik gelişim alanının hiçbir evresinde başarabilecekmişiz gibi görünmüyor. Tüm bunlar başka bir şekilde şöyle söylenebilir: Evren, sadece bir beyin tarafından (ya da potansiyel olarak mekanik zihinler [robotlar] tarafından) gözlemlenebilir ve bunun sayesinde sadece öznel olarak yorumlanabilir. Fakat evrenin tutarlı ve (bir şekilde) bilinebilir gibi görünmesi, onun gerçek nesnel niteliğinin asla gözlemlenemeyeceğini veya bilinemeyeceğini varsaymamızı mı gerektiriyor? Budist felsefesinin neredeyse tamamının “boşluk” diye adlandırdıkları bu temel sınıra dayandırıldığını ve bunun Platon’un idealizmine tam bir anti-tez oluşturduğunu da söylemek gerekir.


7. En iyi ahlaki sistem hangisi?



Aslında, “doğru” ve “yanlış” davranışlar arasındaki farkları ayırt etmemiz asla mümkün olmayacak. Ancak tarihin şu ya da bu evresinde filozoflar, ilahiyatçılar ve siyasetçiler insan davranışlarını en iyi değerlendirmenin ve en doğru davranış biçimini oluşturmanın yolunu keşfettiklerini iddia etmişlerdir. Ama bunu yapmak o kadar kolay bir şey değil. Yaşam, evrensel bir ahlakın ya da mutlak etik kuralların var olması için çok dağınık ve karmaşık. “Altın kural” (başkalarına, size nasıl davranılmasını istiyorsanız öyle davranmanız gerektiği kuralı) harika fakat bu kural ahlaki özerkliği ihmal ediyor, adaletin uygulanmasına (suçluları mahkum etmek gibi) yer bırakmıyor ve hatta zulmü bile meşru kılabiliyor (Immanuel Kant bunun en sadık eleştirmenlerindendi). Dahası, bu son derece basitleştirilmiş pratik kural daha fazla karmaşık senaryoların ortaya çıkmasını engelliyor. Örneğin, çoğunluğu kurtarmak için azınlığı feda etmek mi gerekir? Kim daha ahlaklı: insan bebeği mi yoksa yetişkin bir büyük insansı maymun mu? Sinirbilimcilerin gösterdiği üzere ahlak, sadece kültür içinde kökleşmiş bir yapı olmayıp aynı zamanda psikolojinin de bir parçası ( Vagon/Tren Problemi bunun en büyük ispatı). Kısacası, doğru ve yanlış kavramımızın zamanla değişeceğini kabul etmekle beraber ahlak kavramının kuralcı olduğunu söyleyebiliriz.


8. Sayılar nedir?



Sayıları her gün kullanıyoruz. Fakat bir durup düşünelim; sayılar gerçekten nedir ve (Newton yasaları gibi) evreni açıklama çabalarımızda neden bu kadar başarılıdırlar? Matematiksel yapılar sayılardan, dizilerden, kümelerden ve noktalardan oluşur fakat bunlar gerçek nesneler midir, yoksa sadece bütün yapılarda mutlaka bulunması gereken ilişkileri mi açıklarlar? Plato (onları “göremememize” rağmen) sayıların gerçek olduğunu savunmuş olsa da formalistler (şekilciler), sayıların sadece formel sistemler (matematiğe dayalı iyi tanımlanmış soyut düşünce yapıları) oldukları konusunda ısrar etmişlerdi. Bu aslında, evrenin gerçek doğasından ötürü şaşırıp kaldığımız ontolojik bir problem: Evren, hangi yönleri itibariyle insan aklının kurgusudur, hangi yönleriyle gerçek anlamda somuttur? Çeviren: Mertcan Gölgeci (Evrim Ağacı) Düzenleyen: Ayşegül Şenyiğit (Evrim Ağacı) Kaynak: io9


Kaynak: Evrim Ağacı


Haberin Devamı

Belki de Hiçbir Zaman Çözemeyeceğimiz 8 Büyük Felsefi Soru
Share on Google Plus

About Unknown

This is a short description in the author block about the author. You edit it by entering text in the "Biographical Info" field in the user admin panel.

0 yorum:

Yorum Gönder